Istakozun öyküsü - Cetin Altan
Bay ıstakoz muydu, bayan ıstakoz muydu bilmiyorum. Istakozların cinsiyetini saptayabilmek her babayiğidin harcı değildir. O nedenle bayan mı, bay mı diyemeyeceğim bir ıstakozdu. Politikacı olmadığı için sayın da değildi.
Denizlerin dibindeki kayalar arasında kıpırdamaktan sıkılmış olmalı ki, usul usul kıyıya çıkarak ayağa kalkmış ve kente gelmişti.
Kimse de:
- A ıstakoza bak nasıl yürüyor, dememişti.
* * *
İnsanlar, elleri, kolları, bacakları, saçları, kirpikleri ve bıyıklarıyla gözüne çok korkunç görünüyordu...
- Ne umacı yaratık bunlar, diye düşünüyordu.
* * *
Yosunların, mercanların, sürü sepet rüzgâr gibi dolaşan minicik balıkların, karanlık yeşillerle derinleşmiş sessiz güzelliği, artık çok gerilerde kalmıştı.
Bazen özlüyordu o dünyaları ama, geriye dönüş olanağı yoktu. Ayağa kalkıp kente gelmiş bir ıstakoz olarak yaşamak zorundaydı.
* * *
Bir gün:
- Sizinle tanışabilir miyim, diyen birine:
- Ne kadar çirkin ve yavşaksınız, sizinle tanışacağım da ne olacak yani, demek istedi.
Sonra da azıcık düşündü:
- Tanışsam ne olur ki yani?
* * *
Istakoz tanışmanın, veya tanışmamanın bazen çok şey demek olduğunu bilmiyordu. Bir şeyi daha bilmiyordu, kabukları içindeki etinin ne kadar tatlı olduğunu.
Kent yaşamı gereği, dolmuşlara otobüslere biniyor; tanışmak isteyenlerle tanışıyor, sonra da kabuklarını takır tukur kırma derdine düşenlere:
- Rica ederim ne yapıyorsunuz öyle, diyordu.
* * *İnsanlar, ıstakozun insanları tanımadığını gördükçe, ona hemen akıl öğretiyorlardı:
- Sizin etiniz çok tatlıdır, neden değerlendirmiyorsunuz ki?..
Istakoz:
- Evet ama kabuklarım var benim, diyordu.
- Olsun, insanlar çok kolay kırarlar sizin kabuklarınızı...
- Ben kabuksuz yaşayamam ki...
- Aman efendim niye yaşayamazsınız; bakın bizim kabuğumuz var mı, bal gibi de yaşıyoruz işte...
* * *
Istakozun aklı takıldı bu işe... Bir şeylerini de değerlendirmek, bir yaşam göreviydi ayrıca.
Bir gün yine kendisiyle tanışmak isteyen birine:
- Benim etimi ister misiniz, dedi.
- A tabii özellikle isterim... Sizin etiniz tarihlere destandır.
- Peki kaç para vereceksiniz?
Soru pek ıstakozca sorulmuş bir soruydu. İnsan:
- Konuya birden böyle yaklaşmak etinizin tadını kaçırır, dedi. Çünkü bizim de büyük zahmetlerimiz olacak. Sizi önce haşlamamız, sonra da kabuklarınızı bir güzel kırmamız gerekecek... Fazla bir şey istemeyin. Ama örneğin mayonez, yahut limonla zeytinyağı karışımından hafif bir sos; ola ki kaba ve çıplak bir paradan daha çok hoşunuza gider...
* * *
Istakoz, ne dendiğini pek anlamadı... Haşlanmayla kırılmayı da pek anlamadı:
- Haydi canım, dedi içinden; haşlanmak maşlanmak, kırılmak falan filan... Bu insanlar da, kendilerine amma paye veriyorlar. Beni haşlasan ne olur, haşlamasan ne olur... Neremi nasıl kıracaksın, laf işte...
Daha çok mayonezi ve limonla zeytinyağı sosunu merak ediyordu o...
Anlaşma olumlu sonuçlandı o yüzden.
* * *
Istakoz bir büyük alüminyum kapta fıkır fıkır yüz derecede kaynayan bir suda haşlandı. Biraz şaşırdı, biraz canı yandı, biraz hoşlandı... Haşlanmış bir ıstakoz olmanın erdemliğine de azıcık vardı, azıcık varamadı.
Arkasından ustaca kemikleri de kırıldı ve etlerinin de bir bölümüne, köpükleri uçuşan hafif bir mayonez; bir bölümüne, gümüş bir kaşıkla küçük bir kâseden, çırpılmış zeytinyağı limon karışımı döküldü.
* * *
Istakoz:
- Şimdi herkes beni beğenir mi, diye soruyordu...
- Beğenir beğenir, hiç kuşkunuz olmasın...
Istakoz:
- Öyleyse izin verin; ben, bir de böyle çıkayım kente, dedi.
Ve kente kabuklarından arınmış, bembeyaz soslu etleriyle çıkıverdi.
Ne kadar çok, ne kadar çok el uzandı üstüne. Böylesine sonu gelmez istemlerin, elektrikli dalgalarıyla başı döndü, kıvandı, ışıklandı.
* * *
Sonra yıllar geçti aradan...
Istakoz bir kez de kendi kendini tatmayı denemek istedi.
Yazık ki bir türlü kendisinin tadına varamadı.
En güzel parçalarını hep başkaları yemişti.
Kendisini ilk haşlayıp, kabuklarını kırmış olanı; sevgiyle mi, yoksa lanetle mi anacağını da bir türlü kestiremedi.
* * *
Arada bir varlığından arta kalmış birkaç yudumluk, lime lime kuyruğuna bakarak:
- Üstüme ne kadar da güzel soslar sürmüştü, demekle yetindi.
P.S. Altan ailesi dunya elitine dahil olacak kapasitede insanlardir. Onlardan alinti yapmak beni bozmaz, bu bir. Su yaptigim aktarma istakoz gibi olmamak icindir, hepinize eyvallah.
P.S. Sevgili dostum, sende gercekten yazarlik mayasi var. Kendi bildigin yolda devam et. Istakoz gibi olma zira Kurdistan'da da etinin talibi (senden sadece faydalanmak isteyenler) cok olacaktir. Sadece kendi ic sesini duy ve diger seslere (istakozun guzel etinden -kisa veya uzun vadeli- faydalanmak /tadmak isteyenlerin seslerine) sagirlas.
Bir kurdi tavsiye ise; Bi kurdi binivisa, bi kurdi bixwuninda. Bizim turkce yazan kurdlere degil, kurdce yazan kurdlere ihtiyacimiz var. Turkce'ye bir Yasar Kemal daha ne isimize yarar ki?
Denizlerin dibindeki kayalar arasında kıpırdamaktan sıkılmış olmalı ki, usul usul kıyıya çıkarak ayağa kalkmış ve kente gelmişti.
Kimse de:
- A ıstakoza bak nasıl yürüyor, dememişti.
* * *
İnsanlar, elleri, kolları, bacakları, saçları, kirpikleri ve bıyıklarıyla gözüne çok korkunç görünüyordu...
- Ne umacı yaratık bunlar, diye düşünüyordu.
* * *
Yosunların, mercanların, sürü sepet rüzgâr gibi dolaşan minicik balıkların, karanlık yeşillerle derinleşmiş sessiz güzelliği, artık çok gerilerde kalmıştı.
Bazen özlüyordu o dünyaları ama, geriye dönüş olanağı yoktu. Ayağa kalkıp kente gelmiş bir ıstakoz olarak yaşamak zorundaydı.
* * *
Bir gün:
- Sizinle tanışabilir miyim, diyen birine:
- Ne kadar çirkin ve yavşaksınız, sizinle tanışacağım da ne olacak yani, demek istedi.
Sonra da azıcık düşündü:
- Tanışsam ne olur ki yani?
* * *
Istakoz tanışmanın, veya tanışmamanın bazen çok şey demek olduğunu bilmiyordu. Bir şeyi daha bilmiyordu, kabukları içindeki etinin ne kadar tatlı olduğunu.
Kent yaşamı gereği, dolmuşlara otobüslere biniyor; tanışmak isteyenlerle tanışıyor, sonra da kabuklarını takır tukur kırma derdine düşenlere:
- Rica ederim ne yapıyorsunuz öyle, diyordu.
* * *İnsanlar, ıstakozun insanları tanımadığını gördükçe, ona hemen akıl öğretiyorlardı:
- Sizin etiniz çok tatlıdır, neden değerlendirmiyorsunuz ki?..
Istakoz:
- Evet ama kabuklarım var benim, diyordu.
- Olsun, insanlar çok kolay kırarlar sizin kabuklarınızı...
- Ben kabuksuz yaşayamam ki...
- Aman efendim niye yaşayamazsınız; bakın bizim kabuğumuz var mı, bal gibi de yaşıyoruz işte...
* * *
Istakozun aklı takıldı bu işe... Bir şeylerini de değerlendirmek, bir yaşam göreviydi ayrıca.
Bir gün yine kendisiyle tanışmak isteyen birine:
- Benim etimi ister misiniz, dedi.
- A tabii özellikle isterim... Sizin etiniz tarihlere destandır.
- Peki kaç para vereceksiniz?
Soru pek ıstakozca sorulmuş bir soruydu. İnsan:
- Konuya birden böyle yaklaşmak etinizin tadını kaçırır, dedi. Çünkü bizim de büyük zahmetlerimiz olacak. Sizi önce haşlamamız, sonra da kabuklarınızı bir güzel kırmamız gerekecek... Fazla bir şey istemeyin. Ama örneğin mayonez, yahut limonla zeytinyağı karışımından hafif bir sos; ola ki kaba ve çıplak bir paradan daha çok hoşunuza gider...
* * *
Istakoz, ne dendiğini pek anlamadı... Haşlanmayla kırılmayı da pek anlamadı:
- Haydi canım, dedi içinden; haşlanmak maşlanmak, kırılmak falan filan... Bu insanlar da, kendilerine amma paye veriyorlar. Beni haşlasan ne olur, haşlamasan ne olur... Neremi nasıl kıracaksın, laf işte...
Daha çok mayonezi ve limonla zeytinyağı sosunu merak ediyordu o...
Anlaşma olumlu sonuçlandı o yüzden.
* * *
Istakoz bir büyük alüminyum kapta fıkır fıkır yüz derecede kaynayan bir suda haşlandı. Biraz şaşırdı, biraz canı yandı, biraz hoşlandı... Haşlanmış bir ıstakoz olmanın erdemliğine de azıcık vardı, azıcık varamadı.
Arkasından ustaca kemikleri de kırıldı ve etlerinin de bir bölümüne, köpükleri uçuşan hafif bir mayonez; bir bölümüne, gümüş bir kaşıkla küçük bir kâseden, çırpılmış zeytinyağı limon karışımı döküldü.
* * *
Istakoz:
- Şimdi herkes beni beğenir mi, diye soruyordu...
- Beğenir beğenir, hiç kuşkunuz olmasın...
Istakoz:
- Öyleyse izin verin; ben, bir de böyle çıkayım kente, dedi.
Ve kente kabuklarından arınmış, bembeyaz soslu etleriyle çıkıverdi.
Ne kadar çok, ne kadar çok el uzandı üstüne. Böylesine sonu gelmez istemlerin, elektrikli dalgalarıyla başı döndü, kıvandı, ışıklandı.
* * *
Sonra yıllar geçti aradan...
Istakoz bir kez de kendi kendini tatmayı denemek istedi.
Yazık ki bir türlü kendisinin tadına varamadı.
En güzel parçalarını hep başkaları yemişti.
Kendisini ilk haşlayıp, kabuklarını kırmış olanı; sevgiyle mi, yoksa lanetle mi anacağını da bir türlü kestiremedi.
* * *
Arada bir varlığından arta kalmış birkaç yudumluk, lime lime kuyruğuna bakarak:
- Üstüme ne kadar da güzel soslar sürmüştü, demekle yetindi.
P.S. Altan ailesi dunya elitine dahil olacak kapasitede insanlardir. Onlardan alinti yapmak beni bozmaz, bu bir. Su yaptigim aktarma istakoz gibi olmamak icindir, hepinize eyvallah.
P.S. Sevgili dostum, sende gercekten yazarlik mayasi var. Kendi bildigin yolda devam et. Istakoz gibi olma zira Kurdistan'da da etinin talibi (senden sadece faydalanmak isteyenler) cok olacaktir. Sadece kendi ic sesini duy ve diger seslere (istakozun guzel etinden -kisa veya uzun vadeli- faydalanmak /tadmak isteyenlerin seslerine) sagirlas.
Bir kurdi tavsiye ise; Bi kurdi binivisa, bi kurdi bixwuninda. Bizim turkce yazan kurdlere degil, kurdce yazan kurdlere ihtiyacimiz var. Turkce'ye bir Yasar Kemal daha ne isimize yarar ki?